
İtiraf edeyim, Kazuo Ishiguro’yu Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanana kadar tanımıyordum. Sonra ise bir çok edebiyat sever gibi büyüsüne kapıldım. Müthiş bir dil, büyük bir kurgu yeteneği, sürükleyici bir ritim.
Nobel Ödülü almadan aramızdan ayrılan büyük yazar Ursule le Guin’in “ritim konudan bile önemlidir” sözünün hakkını veren bir yazar Ishiguro. (Sybille’den bu yana okuduğum en ritimli kitaplar arasında ilk sırayı alabilir. Bu arada buradan Yapı Kredi Yayınları’na yalvarmak istiyorum, elimde dostlara hediye edecek 2 tek Sybille kaldı, lütfen ama lütfen yeniden basın.)
5 yaşında ailesiyle Japonya’dan İngiltere’ye gelen Ishiguro’nun Günden Kalanlar ve Beni Asla Bırakma kitapları büyük hayran kitlesine sahip. (Time tarafından “İngilizce yazılmış en iyi 100 roman” arasında gösterilen Beni Asla Bırakma’daki soru hep aklımda; gerçekten insanların “ruhu olup olmadığını anla”yabilir miyiz?) Ama ben bir süre önce son kitabı Gömülü Dev’i okudum ve ondan bahsetmek istiyorum. Roza Hakmen’in çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan kitap beni büyüledi. Orjinalini okumadığım için çevirinin aslına sadık olup olmadığı konusunda bir şey söyleyemem. Ama güçlü ritmi, akıcı Türkçesi Hakmen’in alkışı hakettiğini hissettiriyor. Türkiye ne yazık ki, çevirinin ne kadar önemli olduğunu konuşmayan, düşünmeyen bir ülke. Bu yüzden iyi çeviriyle kötü çeviri ve elbette iyi çevirmenle, kötü çevirmen farkından da hiç bahsetmiyoruz.
Kitaba dönersek. Uzun zamandır, bu kadar basit bir dille, bu kadar yüksek bir edebiyat yapıldığını görmemiştim. Yanlış anlamayın, Grotesk dille yazılmış eserlerden rahatsız olmam, hatta severim. Ama çok katmanlı edebiyat eserleri, ya da çok katmanlı cümleler beni büyüler. Ruh halinize bağlı olarak görünenin arkasını deşmek, kurcalamak, ama bazen sadece görünenle yetinmek müthiş bir zihin oyunudur.
Gömülü Dev yazarın birinci tekil şahısla yazmadığı tek kitabı. Diğer kitapları gibi ilerleyişi hiçbir kesintiye uğramasa da, her bölüm sizi şaşırtıyor, daha öncekinden başka bir bakış sunuyor. Kitap bir soğanın önce dış kabuğunu, sonra içindekini, sonra onun içindekini soymanız gibi aşama aşama ilerliyor. Ama ilerledikçe tıpkı hayattaki gibi, daha önceki bölümdeki bir çok önemli şey, önemini yitiriyor. Efsanevi Kral Arthur dönemi sonrasında geçen kitap, aslında İngiltere’nin Briton değil, Sakson oluşuna da masalsı bir bakış sunuyor.
Kitaptaki temel sorulardan biri şu, unutuş bir kurtuluş mudur? Öyleyse kurtulmak için unutmalı mıyız? Yoksa her şeye rağmen yine de hatırlamalı mıyız? Bu soru defalarca gündeme geliyor ve şöyle diyor kahramanlardan biri; “Belki eski yaraların kapanmasına sis (unutuş) izin verdi.”
Kitapta etkileyici tanımlamalar var. Hani birine kızarız, yıllar sonra kızdığımızı hala hatırlarız ama, neden kızdığımızı unuturuz ya, işte onu şöyle tasvir ediyor; “Yanımızdan uçup giden, gökyüzünde nokta kadar ufalan bir kuş gibi”. Ya şu cümleye ne dersiniz: “Örümcek ağına düşmüş bir sinek gibi hayatla ölüm arasında asılı vaziyetteyim”.
Kitabın sonunda Azrail olduğunu anladığımız ve mitolojideki ölü ruhları öbür dünyaya götüren Charon ile tasvir edilen kayıkçılar da ilginç karakterler haline gelmiş. “Kucağımdaki küreğin gölgesi düşüyor mu dalgalı sulara?” Ölümün gölgesinin sürekli her yere düştüğü bu günlerde, okumaktan keyif alacağınız bir güzel edebiyat eseri deyip susalım.