Bu fotoğrafı bir dostum gönderdi. Gerçekten çok etkileyici. Teknolojinin nasıl hızlı ilerlediğini gösteriyor. Benim gibi daktilo çağını hatırlayanlar için çok daha derin anlamı var. Ben genç bir gazeteciyken (yani nikah şahidim, can arkadaşım Şükran’ın oğlu Cem’in deyişiyle “Haçlı seferleri sırasında”) köşe yazarlarının önemli bir kısmı daktilo bile kullanamazdı. Kalemle yazdıkları köşe yazılarını, “dizgici kızlara” telefonla okur, onların daktilo etmesini sağlarlardı. Biz de aynı şeyi sahada takip ettiğimiz haberler için yapardık. Çalıştığım bir dergiye iki yeni Olivetti daktilo (hiç unutmam turuncu renklilerdi) gelince bayram etmiştik. Özellikle ben çok sevinmiştim. Çünkü bendeniz F klavyede gayet hızlı on parmak yazarım. O zamanlar haberi yazı işlerine teslim etmek için daktilo etmen gerekirdi. Bunun için de sıraya girerdin. Eğer senden önce iki parmak yazan bir muhabir varsa, sıra sana geldiğinde servis saati gelir ve doğal olarak mesaiye kalmış olurdun. Bana o zaman, geleceğin gazeteciliğini sorsanız, “her muhabirin bir daktilosu olacak” derdim. O derece yani…

Neyse sonra faks çıktı da sahadan haber geçme konusunda çağ atladık. Ardından masaüstü bilgisayar gelince çağlar ötesine ulaştık. Hiç unutmam satın aldığım ilk masaüstü bilgisayarın hafızası 1.6 GB’tı ve peşin 1.700 dolara almıştım. (Tamam Cem, biliyorum Kılıçarslan’ın Haçlılara karşı mücadele ettiği yıllardan kaldım.)
Teknoloji masaüstü bilgisayarlarda durmadı tabii, mail hesabımız olunca ultra modern çağa geçtik. Ama kendine ait dizüstü bilgisayar sahibi olmak, işte o çok ama çok büyük lükstü.
Bütün bunları niye yazıyorum. Son 5 yıldır, yayınlarımda ve konuşmalarımda zamanın hızlandığını anlatmaya çalışıyorum. Tarih bazen yavaşlar, yıllarca, on yıllarca çok büyük değişiklikler olmaz. Ama bazen aniden bütün taşlar yerinden oynar, kısa sürelerde büyük değişiklikler olur. İşte şu anda öyle bir dönemdeyiz. Her şey o kadar hızlı oluyor ki, bazen bundan kısa bir süre önce akıllı telefon diye bir şey olmadığını, internetten film seyretmeyi hayal bile edemediğimizi unutuyor insan. Ama durun, daha her şey yeni başlıyor. Önümüzdeki dönem geçmişten çok daha hızlı olacak. Şu anda teknolojinin hızlı ilerlediğini düşünüyorsanız, önümüzdeki 5-10 yılda yaşanacaklara dair bir şeyler okuyun derim. Üç boyutlu yazıcılarda basılmış organların insanlara nakledildiği, internete beynimizle doğrudan bağlandığımız, kanseri yazılımcıların yendiği, insanların gerçeğinden ayırt edilemez “sanal tensel hazlar” yaşayacağı bir çağın eşiğinde bulunuyoruz. (Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi 2016 sonunda “artırılmış gerçeklik hapları”nın insanlar üzerinde denenmesine izin verdi, testler devam ediyor. Gerisini siz düşünün artık.)
Çocuklarımızı, şirketlerimizi, ülkemizi hazırlamamız gereken çağ, şu anda hayal edemeyeceğimiz kadar farklı olacak. O yüzden 21. yüzyıl yetkinlikleri denen şeyleri tüm toplumsal yapılara yedirmemiz gerekiyor. Çünkü, geçmişte gelişmekte olanlarla gelişmişler arasındaki fark çok azdı ve kapatılabilirdi. Bugün bu fark çok büyük ve kapatılması zor. Ama yarın bu fark aşılamaz bir uçurum halini alacak. Teknoloji ve daha da önemlisi, bu teknolojilere kaynaklık eden bilimi üretir hale gelmezsek, kaybedenlerin safında yeralacağız.
Bu ülkeler için olduğu kadar, bireyler ve şirketler için de geçerli. Kendimden örnek vereyim. Ben gençken, benim gibi düşük eğitimli bir aileden gelen bir çocuk çok çalışarak, kolejlere giden varlıklı ailelerin çocuklarını yakalayabilirdi. Ama bugün bu çok daha zor. Yarın bu neredeyse imkansız olacak. Çünkü devlet okullarında çocuklarımıza hala benim gençliğimdeki, hatta dedemin gençliğindeki anlayışla eğitim vermeye çalışıyoruz. Halbuki dünya değişti, eski dünya ve eski dünyanın değerlerinin önemli bir kısmının yarın pek bir anlamı kalmayacak.
Kısacası, “Yeni dünya, yeni bir biz istiyor”. Yeni bir biz yaratamazsak, geçmişte bunu başaramayanların başına ne geldiyse, bizim de başımıza o gelecek.
Ben çatının şarap gibi yıllanmışını severim. Liken ya da yosunların sardığı, rengi atmış çatıların hatırlattığı o yaşanmışlık çok etkiler beni. (Büyükada’ya giderseniz eski köşk çatılarına bakın mutlaka.)
Avrupa’nın çok kar alan Alp çevresindeki çatıların da ayrı bir güzelliği vardır. Kar tutmasın diye dik yapılan bu çatıların kapladığı büyük derinlikten yararlanmak isteyen ahali, pencereler açarak, buraya da (daha ziyade hizmetliler ve düşük gelirliler için) küçük daireler yapmış. Çocukluğumuzun tek kanallı TRT günlerinde, Bayan Rottenmeier’in Heidi’yi tıktığı bu çatı katları (oralarda farelerle arkadaş olup kadını delirtirdi kızımız) o zamandan beni etkilemiştir.